6 Haziran 2014 Cuma

En 10 10

1.10
indir
2. 10
indir (3)
3. 10
indir (2)

4. 10

indir (1)
5. 10

images

6. 10

10
7. 10

10-Symbol
8. 10

10
9. 10

10 (1)
10. 10

number-10


Dipnot: Bu yazı, son zamanlarda çığ gibi büyüyen “En hede 34 hödö” tarzı yazılan ve birbirini kopyalama pezevenkliğine giren pabucumun bloggerlarına bir atıftır. Çok hızlı tüketime özendik çooook~

Beleşçi Olmak Hiç Bu Kadar Ergen Olmamıştı

Ahoy! Naber blogumun okuru? Bugün bir süredir Linux semalarında dolandığım için denk geldiğim bir kaç ücretsiz oyunu ufak ufak tanıtmak istedim. Öyle oyunlar ki bunlar bazen ciddi manada büyük bütçeli yapımlara “hörmetler abi” dedirtebiliyor. He bu arada bu oyunların bir çoğunun Linux ve Windows desteği olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Yakında da “Acemisinden acemiler için Linux rehberi” adında bir girdi yayınlayacağımı da söylemek isterim. Neyse, dilerseniz başlayalım!
  •  Doukutsu Monogatari (Cave Story)
Hani Türkiye’de bir laf vardır Japon Yapmış diye. Heh işte Doukutsu Monogatari’de tam olarak ona karşılık geliyor! Bir Aksiyon/Platform oyunu olan Doukutsu Monogatari, aşırı şirin grafikleri ve müthiş müzikleri ile sizi kendisine çekecek. 2004′de Daisuke “Pixel” Amaya tarafından yapılan oyuna sanırım “bağımsız oyunculuğun ilk örneklerinden biri” diyebiliriz. He Doukutsu Monogatari olmadan bağımsız yapım oyunlar olmaz mıydı? Elbette ki olurdu ancak bu kadar insanların ruhunu doyuracak kadar değil. Bu arada oyunun kendisi Japonca bu yüzden indirme sitesinde bir İngilizce çevirme paketi mevcut. Onu da oyunu koyduğunuz lokasyona yerleştirerek kullanabilirsiniz. Doukutsu Monogatari’nin daha gelişmiş versiyonu olan Cave Story+ 10 Dolarese Steam’de satışta ancak burası bir “beleş oyun makalesi” olduğundan ona hiç girmeyeceğim.
  • 0 A.D.
Hepimiz Age of Empires ile büyüdük haksız mıyım? Heh işte AoE’ye alternatif bir oyun bu! Hala alpha’da olan 0 A.D.’de AoE ile ilgili ne ararsanız bulabileceksiniz. Gerçi ben hala mod desteğini bekliyorum ama konumuz bu değil. Yapay Zeka’da da saptırmayan, bir çok ücretli strateji oyunu ile kapışabilecek bir oyun kendileri. Strateji özlüyorsanız ve benim gibi fakirseniz bu oyuna sarılmamanız için pek neden yok sanki.
  •  SuperTuxKart
Grafik olmadan da olur ben eğlenirimciler için geliyor bu oyun. Super Mario Kart’ı bilirsiniz değil mi? Heh işte bu oyun da onun Linux programlarının maskotlarını yarıştırdığınız bir oyun. Mantık aynı, yine power-uplar ve deli gibi bir eğlence! “Zamanım yok yine de eğleneyim” diyecekler için mükemmel bir zaman kaybı! He diyorsanız ki “Araba Yarışı dediğin sağlam grafikli olur” diye o zaman bu oyun sizi pek sarmaz çünkü oyun grafikleri Nintendo 64 döneminden kalma.
  • Angband
Roguelike oyunlarını sever misiniz? Peki ya sizi bu oyunların atası ile tanıştırsam? Atası değil ancak bayağı eski bir oyun Angband. 1984 yapımı bu oyun aklınıza gelebliecek tüm bilgisayarlarda oynanabilecek hale geldi. Ve oyun açık kaynak olduğundan dolayı bir sürü varyasyonu çıkmış oyunun. Farkları nedir? Bazen sistemler daha değişik oluyor bazen evrenleri. Ancak şu anda size önerim Angband oyunları arasında Faangband’ı oynamanız. Oyunun orjinali ASCII karakterleri ile yapmılmış olmasına rağmen içindeki ekstra grafik motorları ile gaha anlaşılır ve göze hoş gelen bir oyun deneyimine sahip olabilirsiniz.
Oyun açık kaynak demiştik değil mi? Evet açık kaynak olduğundan dolayı siz de kendi Angband varyasyonunuzu kolaylıkla yaratabilirsiniz. Bunun için gereken tek şey bir basit metin editörü (Notepad++ tavsiye ederim.)! Ben ise şu anda orjinal Angband’i Türkçe’ye çevirdikten sonra Project Zha’nın kendi roguelike oyunu olan ZhAngband’in yapımına başlayacağım.
  •  Dwarf Fortress
Yahu şimdi ben bu oyunu nasıl açıklasam bilemedim ki. Aslında “Satırlarla Dolu Hayatlar” başlığı altında anlatmıştım bu oyunu ancak bir daha anlatmanın bir sıkıntısı çıkmaz sanırım. Efendim bu oyun, çoğu oyun otoritesi tarafından dünyanın en zor oyunlarından biri olarak seçilmiş tuhaf bir oyun. Oyuna yeni başladığınızda size bir Dünya yaratıyor. Ancak Dünya’yı tam anlamda yaratıyor. Uluslar, tarihleri, geçmişleri filan derken resmen rastgele ancak yaşayan bir Dünya’ya denk geliyorsunuz. Oyunun iki modu var, biri Adventurer diğeri ise Dwarf Fortress.
 Adventurer modu bildiğimiz Rogueilke oyunu. O mekandan bu mekana deli gibi dolanıp yaratık tokatlıyor ve item düşürmeye çalışıp karakterimizi geliştirmeye çalışıyoruz. Bir nevi suyu çekilmiş bir RPG olarak düşünebiliriz roguelike türünü ancak burada tür değil oyun tanıtıyoruz jıofksnfkldnl.
Dwarf Fortress modu ise beyin yakan, oyunun şöhretine şöhret katan modu. Olay şu, beş tane cüce ile başlıyorsunuz, bunlar ile bir şehir kurmaya çalışıyorsunuz. Madenlerini çıkartmak, o sırada cücelerin ruh sağlıklarına dikkat etmek filan falan derken ASCII karakterlerle birlikte kendinizi monitörü gırtlaklarken bulmanız olası. Oyunun bu modunda dikkatimi çeken bir yön, cücelerin kendi dillerini oyunun rastgele olarak yaratması. Ciddiyim, çekimleri, ingilizce anlamları ile filan bayağı dili oluşturuyor. He ne gerek var bu kadar kasmaya derseniz onu ben de bilmiyorum. Zaten bu yüzden oyun tarihin gelmiş geçmiş “zorluğu en gereksiz oyun” olarak seçildi ya.
  • OpenTTD
Transport Tycoon Deluxe diye bir oyun vardı eskiden belki hatırlarsanız. Heh işte OpenTTD bunun ücretsiz ve açık kaynak kodlu hali. Zorluk konusunda bir Dwarf Fortress olmasa bile kendi çapında yeteri kadar zor bir oyun. Mod desteği oyunu daha güzel bir hale getiriyor.
 Oyunu bilmeyenler için özet geçeyim, siz bir transportasyon şirketi kuruyorsunuz ve haritaya göre yeni yatırımlar yaratıyorsunuz. Bazen eşya nakliyesi bazen şehir otobüsleri. Ve bunları da yönetmeniz gerekiyor. Beyin iyice yanıyor bir yerden sonra ancak o zaman da müzikleri ile kafayı dinleyebilirsiniz. Müzikleri gayet hoş ve mod olarak sanırım bir iki müzik ekleyen mod da bulunmakta. Kaçırılmamalı bence.
  • Gamejolt.com
Bu site ayrı bir olay. Ücretsiz ve yaratıcı tonla oyunu burada bulmanız mümkün buradaki oyunları anlatmaya kalksam zaten domainin alanı yetmez ancak elime düşen kaliteli oyunları da arada burada inceleyeceğim.
 Not: İnsanlarımız hazıra fazla alıştığından dolayı ve ben de her zaman “Google It” felsefesini benimsediğimden dolayı indirmek istediğiniz oyunların isimlerini Google veya başka arama motorlarında aratarak indirmenizi salık veririm.

Magicka Wizard Wars (Closed Beta İzlenimleri)

Hey sen! Cübbeni hazırla! Asanı sıkı tut! Çünkü birazdan savaşa gireceksin! Öyle kalkanı olur olmadık yerlerde atıp beni sinir etme ve arkadaşlarına zarar verme! Yoksa topuğuna arcane’i basarım he!
Uzun zaman olmuştu be Magicka. Seni en son oynadığım zamandan beri bir MOBA fikri düşünmüşsün. MOBAlar çok fazla ama yahu be yavrum. Ha? Gerçi unutmuşum senin mekaniğini ben. İşte budur yahu! İşte bu!
Magicka Wizard Wars’u oynadığım ilk an aklımdan geçen cümleler bu olmuştu. Magicka ne mi? Bilmeyenler için şöyle anlatayım, sekiz tür büyüyü istediğiniz gibi karıştırarak üzerinize gelen yaratık akınlarına karşı veya PvP’de düşmanlarınıza karşı büyü kusturabileceğiniz bir oyun Magicka. Türü ne diye soracak olursanız RPG diye geçiyor ancak elinizde sadece 8 büyü, bir asa ve bir silah var (ilk Magicka’da çok çeşitli silahlar mevcut).
Sıkıcı mı? Emin misiniz? İlk Magicka inanın bana öyle değildi ve M:WW’de öyle olmayan bir oyun. Şu anda alpha sürümünde olmasına rağmen indirdim ve cidden çok eğlenceli ve epik maçlar yaşadım.
Şimdi, ilk önce dövüş sisteminden bahsedelim. Şayet ilk Magicka’yı oynadıysanız bazı şeyler daha değişik gelecektir. O yüzden aklıma gelen bir kaç değişikliği anlatayım. Oyunda benim için gelen en önemli özellik sanırım üst üste bindirebildiğimiz büyü adedini 5′ten 3′e çekmeleri oldu. İlk başta çok kötü bir özellik gibi görünüyor ancak daha sonraları aslında ne kadar mantıklı olduğunu görüyorsunuz. Zira Magicka oynayanlar anlayacaktırlar, bazı büyü komboları vardı ve bunlar ile oyunun sonuna kadar gidebiliyordunuz. Ve bunların 5 adet büyü ile karıştırıldığını düşünürsek artık güçlü büyüler yok, yetenekli oyuncular var diyebiliriz.
Diğer değişiklik ise kendiniz üzerinde kullanabileceğiniz büyüler hakkında. Bilirsiniz ki kendi üzerinizde büyü kullanabiliyordunuz ancak Shift + Sağ yaptığınızda bu büyü alan büyüsüne dönüşüyordu. Yapımcı ekip bu iki tuşun işlevini orta tuşa atamış ve Life büyüsünü uzun basarak kendi  üzerinizde uygulayabiliyorsunuz veya Shield ile bir veya iki korunmak istediğiniz büyü türünü karıştırıp o büyülere karşı bağışıklık kazanabiliyorsunuz.
Aklıma gelen diğer değişiklik ise Magickler konusunda. İlk Magicka’da topladığınız kitapların içerisindeki büyü kombinasyonlarını Space tuşu kullanarak özel büyüler aktive edebiliyordunuz. Ancak şimdi alabileceğiniz Magick sayısı sadece 4. Bunları klasik MOBA mantığındaki gibi kullanabiliyorsunuz ancak bir iki ufak değişiklik ile. Bu büyüler 1,2,3 ve 4 tuşlarına ayarlanmış ve alt taraftaki bar doldukça bu büyüleri kullanabiliyorsunuz. Yanlış anlamadıysam girdiğiniz kombat sayısına göre ve zamanla doluyor bu bar. Magickler ise oyun içi menüden belirlenebiliyor. Bunları ise shardlar ile alıyorsunuz. Shardlar nasıl alınıyor çözemedim henüz :azanabiliyorsunuz bir süre için. Life veya Shield harici yaptığınız tüm büyülerde şayet orta tuşa basarsanız o zaman büyü alan büyüsü olarak uygulanıyor.
Oyunda level veya oyun içi item sistemi yok,  oyunlarda biriktirdiğiniz parayı gear, staff veya sword almak için kullanıyorsunuz. Gearların size verdikleri bir bonus ve bir penalty oluyor. Örneğin aldığınız bir asa ile Fire büyüleriniz %10 daha güçlü vururken Water type büyüleriniz %10 daha az hasar verir mesela. Bu da oyun içi dinamiğin daha güçlü olduğunu gösteriyor.
Dövüş sistemini şöyle anlatayım size, (Magicka oynayanlar iyice aklına  getirebilr) karşıdan rakibiniz Arcane + Ice’ı size doğru beam olarak atarken siz anında bir shield çıkartarak oradan kaçıyorsunuz. Hemen ardından arkadan arkadaşınız Arcane + Shield + Earth kombosu yaparak yaklaştığı anda patlayan bir toprak kalkanı yaratıyor. Bu esnada siz de 3 numaralı Azrail çağıran Magick’iniz ile rakibi öldürüyorsunuz. Evet, oyunda bunlar gibi tonla çeşit kombat sistemi var ve insanı iyice içine çekmeyi başarıyor bu hali ile.
Oyunun map anlayışı ise biraz değişik, zaten bu oyuna tam olarak MOBA demememin sebebi de bu. Üç adet nokta var ve iki takım da bu üç noktayı ele geçirmeye çalışıyor. 90 / 90 gibi bir puanlama ile başlıyorsunuz ve karşı takımın puanı sıfırlanırsa daha ölen kimse spawn olamıyor. Aynı durum tüm noktaların düşman eline geçmesi için de geçerli ancak buradaki fark, takımınızdan birisi bir spawn point’i ele geçirirse anında spawn olabilmeniz.
Evet, şu anlık alpha sürümünde olan Magicka: Wizard Wars, bu haliyle bile deli gibi eğlendirebiliyor bizi. Tam sürümü çıkınca eğer kartlarını doğru oynarsa, MOBA mantığındaki bir çok şeyi değiştirebilir. Ancak bu oyunun kendisini zamanlamaya bağlı bir oyun yapmaktan kurtaramıyor maalesef. Heyecanla bekliyoruz efenim :3
Not: Oyun hakkında yazmayı unuttuğum şeyler olabilir hatırlatırsanız şayet bir şeyler yazarım onun hakkında da :

Satırlarla Dolu Hayatlar

Yıl olmuş 2013, Battlefield, Call of Duty, God of War gibi bizi grafik manyağına dönüştürmüş oyunların dışında, Minecraft, Terraria gibi 8bit retro grafikleri kullanarak ortamlarda boy gösteren oyunlar da moda olmaya başladı. Peki eskiden oyunlar nasıldı? Bu kadar karışık oyunların grafiksiz halini düşünebiliyor musunuz? Düşünmenize gerek yok çünkü taa yıllardan beri var böyle şeyler. Bu sefer yazacağım makalede bu oyunları incelemek istedim sizlerle.
Şimdi ilk başta şunu sormak lazım, bir insan text-based oyunları neden oynar? Cevabı basit, roman okuyormuş gibi hissetmek için! En azından bana göre metin bazlı oyunlar etkileşimli birer roman gibidirler ve betimlemeler ile sizleri evrenin içine tam anlamda sokabilirler. Ancak metin bazlı oyunları oynamak genellikle grafik bazlı oyunları oynamaktan daha karışıktır. Neden diye soracak olacaksanız şayet genellikle bir komut satırı üzerinden bu oyunlar oynandığından belli başlı komutları öğrenmeniz gerekiyor ancak komutları unutursanız genellikle ‘help’ komutu size yardımcı oluyor.
İsterseniz ufaktan örnek birkaç oyunu incelemeye başlayalım. Hazır olun çünkü hayal gücünüz biraz fazla zorlanacak!

angbandAngband:
 Aslında bu oyuna tam olarak text-based diyebilir miyim emin değilim ancak ASCII karakterlerinden ibaret olduğundan sanırım bunu da text-based kategorisine sokabiliriz. Angband’i açıklamak gerekirse, açık kaynaklı bir rogue-like oyunu. Yani? RPG’nin hikaye sosunu biraz az döküp (hatta neredeyse hiç dökmeyip) sadece bilindik RPG sistemini kullanıp karakterinizi güçlendirerek zindan zindan gezip, yaratık tokatladığınız oyun türü oluyor.
Angband’i diğer türdeşlerinden ayıran en önemli nokta, açık kaynak kodlu olması. Bu sayede Angband’in bir sürü varyasyonu oluyor ve daha uzun ömürlü oluyor. Hangi varyasyonu oynamam gerekiyor diye soracak olursanız keyfiniz bilir! Hepsinin birbirine göre farklılıkları var. Sizi daha güçlü yapan, evreni değişik olan Angband varyasyonları mevcut. Benim en favori varyasyonum ise Steamband. Sanırım tam bir Steampunk manyağı olmamdan kaynaklanıyor bu durum…
telnet_geas_largeMUD: MUD, yani Multi-User Dungeon’ı şöyle özetleyeyim: Bir MMORPG alın, grafiklerini çıkartın ve geriye sadece mekanikleri bırakın. Buyrun size MUD. 1990′lı yıllarda Türkiye’deki üniversite gençliği arasında da çok popüler olan MUDlar günümüzde az bir popülariteye sahip de olsa oynanmaya devam ediyor.
Hareketler genellikle komut satırı üzerinden yapılan MUDlar, herhangi bir telnet istemcisi yardımı ile erişilebilir ancak serverlara özel ekstra bilgiler içeren clientlar da bulunabilir. MUDlar (en azından benim gözümde) ikiye ayrılıyor. Birincisi; Aardwolf gibi standart MMORPGlerin MUDa aktarılmış halleri, ikincisi ise roleplay yapmaya odaklı serverlar. istediğiniz evrene ait serverlar bulmanız mümkün!
Mud serverları arşivi için buraya, tarayıcı tabanlı MUD clientı içinburaya tıklayabilirsiniz.
bannerSanctuary RPG: Bu sefer anlatacağım oyun cidden çok hoşuma giden enteresan bir oyun. Bir FRPnin bilgisayar tarafından yönetileni olarak düşünebiliriz sanırım. Kendi karakterinizi tasarlıyor ve onunla maceralara atılıyorsunuz. Yaratıkları kesin quest alın karakterinizi geliştirin. Çok kolay değil mi? Değil aslında, karışık, zor ve eğlenceli! Daha geçtiğimiz günlerde yeni sürümü duyurulan SRPG’yi indirmek için bu linkitıklayabilirsiniz.
Doom Rogue-Like: Bildiğimiz Doom, ama bu sefer FPS değil Rogue-Like halinde. Angband’in sisteminin biraz daha az karışık ve anlaşılabilir hali olan bu oyun da sizi bayağı bir süre oyalayabilir. Eğer indirip oynamak isterseniz buraya tıklayınız plz plz.
indirDwarf Fortress: Nice zor oyun seven insanın beynini kemiren bir oyun. Kapalı kodlu olmasına rağmen ücretsiz olması çok iyi tabii ki. Oyunu kısaca anlatmak gerekirse, random olarak yaratılan bir dünyada ya Rogue-Like olarak kendi maceralarınızı yaşıyorsunuz, ya da Dwarf Fortress modu ile kendi kasabanızı kurabilir, cücelerinizi kontrol edip onlara görevler filan verebilirsiniz. Zaten tam da Dwarf Fortress modunda insanın beyni yanıyor.
Dwarf Fortress’ı indirmek için tıq.
 Evet şu anda bulabildiğim text-based oyunlar bu kadar oluyor. Şayet daha önerileriniz varsa önerilere açığım. Herkese iyi oyunlar diliyor ve kendimi Dwarf Fortress’a atıyorum!

Project Zha #1 - Günaydın!

Demonai’de yine sakin bir sabahtı. Yurrikanlar ateş rengi yeleleriyle çayırlarda dört nala koşuyor, anneler yavrularını besliyor, kuşlar yerküre ile gökkubbeyi şarkılarıyla kutsuyor, Ay dede, mesaisini Güneş Ana’ya bırakıyordu. Demonai sabahları o kadar destansıydı ki, her bir adasında başka bir hayranlık duymak için bambaşka nedenler vardı bu mükemmel gezegenin. Dört bir köşesinde bambaşka süprizler bekleyen bu destan, etrafındaki diğer gezegenlere benzemezdi. Havada asılı duran  irili ufaklı  sonsuz sayıda ada, umarsızca dans ederlerdi birbirleriyle Plötléok adı verilen gezegenin tam merkezinde bulunan kara deliğin etrafında.
Ve bu dünyada “Zha Kristali” adlı bir cismi bulmak için uğraşan sayısız insan grubu vardı. Bunlara “maceracı” deniyordu. Ve bu hikayemizde, bir maceracı grubunun hikayesini okuyacaksınız.

Demonai’nin bir köşesinde, Harlia denen bir ülkenin, Blizzhax denilen bir bölgesinde, daha ismi konulmamış bir kasabasında da sabah oluyordu. Küçük, şirin ve tatlı bir kasabaydı bu. Kasabanın ortasında, taştan yapılmış minik bir ev vardı.  Bu evin bir camı sonua kadar açılmıştı ve evden dışarıya mis kokulu dumanlar yayılıyordu.
Evin kapısı usulca çalındı. Kahverengi ahşap kapı ağır bir gıcırtıyla açıldı, kapının önünde şirin bir kız vardı. Kız, kısa saçlıydı, kırmızı bir yakalığın altında mor bir flar, hemen altında turkuaz bir pelerin vardı. Sarı bir bluz ile beyaz bir eteği kombin yapmış, mor menkli çoraplarla iyice renk yumağına dönmüştü genç kız.
Kapının arkasında ise orta yaşlı bir bayan duruyordu. Kahverengi saçları lüle lüle omzuna düşüyordu. Görmüş, geçirmiş ancak şevkat dolu gözlerle önündeki kızı süzdü. Olgun bir sesle
- “Ah Mio gelmiş! Nasılsın Mio!” dedi ve güldü.
Mio başını evin içine bakmak için başını çevirdi ve tam da kendisinden beklenecek tatlı bir sesle “Takeru nerede?” dedi. Yaşlı bayanın cevap vermesine müsaade etmeden,
- “Yukarıda değil mi? Teşekkür ederim! YUKARI GELİYORUUUM!” dedi ve koşarak üst kata çıktı.
Evin içi, dışı taştan olmasına rağmen, tahtadandı. Mio, merdivenlerin basamaklarına basmasına rağmen tahta merdivenler gıcırdıyordu. İkinci kata ulaştıktan sonra merdivenin hemen yanndaki tahta kapıyı sol eliyle açarken, gözlerini korumak için sağ elini gözlerine siper etti. Gözleri ışığa alıştıktan sonra odaya baktı. Kapının karşısındaki dolabın içi dışına çıkmıştı. Giysiler, pantolonlar, tişörtler, bilimum aksesuarlar odanın içinden fırtına geçmiş gibi odanın içine dağılmıştı.
Mio, biraz sinirlendi ve camdan dışarı baktı. Manzara gerçekten muhteeşemdi. Evin hemen önünde, kasabanın geçim kaynağı olan Svoltaran Gölü vardı. Gölün etrafında insanlar yine balık tutma telaşındayd, uzakta ve yakında, her yerde asılı kalan adalar havada uculca süzülüyordu ve evin hemen altında başka binbir şeyle uğraşan insanlar karınca sürüsü gibi sağa sola dağılıyordu.
Mio arkasını döndü. Arkasındaki yatakta, orta boylu, esmer bir genç yatıyordu. Kıpkırmızı saçları etrafa yayınmıştı. Mio usulca yanına yaklaştı. Şevkat dolu bir sesle,
- “Takeru, haydi kalk. Hazırlanmamız gerekiyor.” dedi. Takeru homurdanan bir sesle “Maurgh… Bejdakadahazzzzzz…” dedi.  Ortamın dağınıklığı yüzünden zaten sinir krizi geçiren Mio, Takeru’nun kafasının altındaki yastığı aniden çekip kafasına bastırdı.
- “BU AKŞAM! BU AKŞAM TANRILARLA GÖRÜŞECEĞİZ VE SEN BANA HÂLÂ ‘BİRAZ DAHA UYUYAYIM’ MI DİYORSUN?!!?!? KALK AYAĞA!” dedi ve dışarı çıkıp kapıyı olanca hızıyla kapattı. Camın önündeki kuşlar, çıkan ses yüzünden korktu ve uçtu. Takeru hızlıca doğruldu ve ayağa kalktı. Hayat dolu genç bir sesle,
- “Hay amını sikeyim. Bazen bu kızın derdini hiç anlayamıyorum.” Ve üzerini giyinmeye başladı. Siyah tişörtünün üstüne kırmızı mont gibi bir şey geçirdi. Montun önü kapalıydı ve kollarının kenarı ile montun tam aşağısında turuncu ateş desenleri vardo. Altına kurbağa yeşili bir pantolon geçirdi ve boynuna yavruağzı bir atkı geçirdi. Kafasına ise üzerinde “zlel her kurasla” yazan bir gözlük geçirdi ve hızla aşağıya doğru yollandı.
Tahta merdivenlerden, aşağı kayarcasına indi. Odayı çok ağır bir yemek kokusu boğmuştu. Aşağıya iner inmez duvara yapıştı ve “ANNE NE YAPTIN SEN?!” diye bağırmakla yetindi sadece. Karşısında muazzam bir sofra vardı. Takeru’nun annesi Takeru ve Mio’nun omuzlarını hafifçe sıktı ve,
- “Her zaman 15 yaşına girmiyorsunuz” dedi ve Takeru ile Mio’nun yanaklarına usulca birer öpücük kondurdu.
Mio’nun gözleri doldu. Takeru,
- “Neyin var Mio?”
- Bir şeyim yok, dedi dalgalı ve ağlamaklı bir sesle.
Mio, Takeru ile bir kan bağı olmamasına rağmen kardeş gibi büyümüştü. Daha Takeru beş yaşında, kasaba da bir gün tek başına oyun oynarken ilk başta bir karaltı görmüştü. Daha sonra küçük bir kız, yırtık elbisesi ile yalpalayarak yürüyordu. “Yar-dım e-din…” dedi sadece ve Takeru’nun yanına yığıldı. Şaşkına dönen Takeru hemen “AĞNNEEEEEE!” diyerek annesinin yanına koşmuştu. Hızla yerde yatan kızın yanına koşan Takeru ve annesi kıza baktı. Annesi kızı kucağına aldı ve
- Aman tanrım! Bu kız yanıyor!, dedi ve Mio’yu koşarak evlerine götürdü. Mio uyandığında sadece adını ve konuşmayı biliyordu. Aslında daha fazlasını biliyordu ama anlatmıyordu.
Bir gece Mio gizlice evden çıkarken, Takeru’nun annesi Mio’yu gördü ve,
- Nereye gidiyorsun?
- Bilmiyorum. Ama sizi daha rahatsız etmek istemiyorum. Herşey için teşekkür ederim, dedi. O anda Takeru’nun annesi, Mio’nun boynuna sarıldı.
- Ne saçmalıyorsun sen? Sen artık benim kızım gibisin, dedi ve ağlamaya devam etti. Mio sadece “Teşekkür ederim” diyebildi ve o da ağlamaya başladı. Ertesi gün Mio geri gelip,
- Kasabanın çok az dışında kendime bir barınak yaptım. Artık orada yaşayacağım ehe! , dedi neşeli bir şekilde.
- Ama buraya uğramayı da ihmal etme olur mu? , dedi Takeru’nun annesi, içi buruk bir şekilde.
- Ehehehe! Her gün geleceğim zaten!
- Ah! Bu harika!
Ve bu olayların ardından tam on yıl geçmişti. Üçü masaya oturdu ve yemeğe başladılar. Takeru, sanki kıtlıktan çıkmış gibi, bir sağındaki, bir solundaki yemeğe saldırıyor, tuhaf tuhaf sesler çıkartıyordu. Mio, önündeki eti nazikçe keserken, Takeru’nun bu hayvani atağına dayanamadı,
- Hey Takeru! Biraz daha insan gibi ye!
- Omö nööpöbölöröm. Dön ökşömdön börö bör şöy yömöyöröm.
- Sakin ol gerizekalı!
Daha sonra kavgaya devam ettiler. Takeru’nun annesi büyük bir neşeyle önünde kavga eden bu ikiliyi izliyordu. Ama bir yerden sonra dayanamadı.
- LAN YETEEEEEEEER! diye bağırdı, Oturup yemeğinizi yiyin daha sonra da ne bok yapıyorsanız yapın! Ben bu sofrada huzur istiyorum!”
İkisi de ortak bir ağızdan “T-Tamam…” dediler ve yemeklerini yediler. Daha sonra da dışarı çıkıp kendilerini Blizzhax’ın çayırlarına bıraktılar.
Neredeyse her sabah böyleydi Takeru ve Mio’nun yaşadıkları. Yemeklerini yiyip kendilerini adanın derinliklerine bırakıyorlardı.
Bir de skybotları olsaydı, diğer adalara gidebilirlerdi. Bir keresinde başka bir adaya gitmişlerdi ve geri geldiklerinde skybotun sahibi ikisini de yakasından tutarak evlerine götürmüştü. Annesinin ikisine nasıl bağırdığını ikisi de hatırlamak istemiyordu.
Ve akşam olmıştu. Kasabanın tam merkezinde kocaman bir sahne vardı ve Takeru ile Mio’nun seramonisi burada olacaktı. Kasaba yaklaşık 7 yıldır bir seramoni görmediği için çok heyecanlıydı. Sahnede de bir heyecandır gidiyordu. En sonunda köyün lideri, Takeru ve Mio ile sahneye çıktılar. Köyün lideri yaşlı bir adamdı, güçlü ama bembeyaz bir sakalı ve saçı vardı. Sakalı göğsüne kadar iniyordu yaşlı adamın. Sağ eliyle sakalını sıvazladı.
- Lütfen sessiz olun! Ve birazdan, köyümüzün en yiğit delikanlılarından Takeru ile en tatlı kızımız Mio’nun seramonisi yapılacaktır, dedikten sonra arkasını döndü, Çocuklar, 15 sene boyunca bizimle oldunuz. Sizleri çok sevdik. Ve bugün sizi hangi tanrılar seçerse seçsin, umarım sizin karakterinizi yansıtan bir şeyle kutsanırsınız.
Uzaktan inlemeye benzer bir ses geldi. “Evet başlıyor” dedi köyün lideri ve oradan uzaklaştı.
Takeru son kez Mio’ya baktı. Mio gerilmişe benziyordu. Elleri titriyordu. Takeru’nun da ondan pek aşağı kalır yanı yoktu. Heyecandan alnı terlemeye başlamıştı. Takeru’nun göğsünde tuhaf bir his oluştu. Sanki oradan birisi bir şey çekip alacaktı. En sonunda gözlerindeki görüntü yavaş yavaş bulanıklaştı ve yerini beyaz bir ışık aldı.
Gözlerini açtığında kıpkırmızı bir odadaydı. Takeru, uçuyormuş gibi garip bir his içerisindeydi. Uzaktan bir karaltı görmüştü. Elleri titremeye başladı. Kendi tanrısını görecek ve hayatı boyunca onunla birlikte olacak silahını alacaktı. Karaltı giderek netleşiyordu. Gelen  adamın göğsünde garip alev motifleri vardı. Elleri, omuzlarına kadar pul pul olmuştu ve kıpkırmızıydı. Saçları alev gibi yanıyordu. Alev kızılı gözleri çatarak ona bakıyordu. Altına ise, kırmızı, kenarlarında sarı şeritler olan bir şalvar giymişti.
Boğuk sesiyle onu işaret etti,
- Sen! Takeru! Sama çok büyük bir armağanım var! Hazır ol çünkü bu canını yakacak!
- Ha? Nasıl?, derken Takeru’nun başına bir ağrı girdi. Çok sıcak, zehir gibi bir ağrıydı bu. Sadece “YANIYORUM!” diye bağırabildi. Elleri sanki erimiş sıcak lavın içine sokmuş gibi yanıyordu. Elleri sanki patlayacaktı.
- DORENRIUS! NE YAPTIN ELLERİME?! diye bağırdı Takeru
- Hiç bir şey. Sadece silahını veriyorum, dedi Dorenrius umarsızca.
Takeru’nun elleri patlayacak gibi oldu. Sonra acısı dinmeye başladı. Ellerine baktı. Ellerinin üstünde kalın kırmızı birer çarpı işareti vardı.
- B-Bu ne? Ne bu? Ne yani? diye sordu Takeru.
- Ellerim, artık senindir.
- N-Nasıl?
- Şu anda açıklayamam ancak nedenini ileride anlayacaksın.
- A-Ama…
- Kısa kes!
Dorenrius arkasını döndü ve yürüyerek oradan uzaklaştı. Takeru ise aynı şeyleri tekrar hissetti. Gözlerini açtığında sahnede yere yığılmıştı. Her tarafı sızlıyordu, elleri ise hâlâ yanıyordu. Köyün lideri, kısık, kehribar rengi gözlerini sonuna dek açmış şaşkınlıkla Takeru’ya bakıyordu.
- Bu da nedir?, diye sordu Köy lideri
- Bilmiyorum. Dorenrius bana ellerini verdiğini söyledi.
Bütün sahnede ani bir heyecan ve uğultu dalgası yükselmeye başladı. Takeru, şaşkınlıkla etrafına bakıp ne olduğunu anlamaya çakıştı. Köy lideri Takeru’ya dönüp,
- Bir tanrının eli, gücünün kaynağıdır ve tanrının kendi gücünün yarısını oluşturur. Dorenrius sana gücünün yarısını vermiş. Eğer ki böyle yüksek bir gücü bir insana verdiyse, ortada ters giden bir şeyler var demektir.
- Evet, Dorenrius’da öyle bir şey demişti.
Gözleriyle sahneyi taradı. Mio’nun elinde uzun sopalı, pespembe bir tırpan vardı.
- Mio?! Bu ne yahu?
- Rüzgâr tanrısı bana tırpanını hediye etmiş lan! , dedi büyük bir neşeyle. Daha sonra Takeru’ya bir kedi gibi sürtünmeye başladı.
- Bu arada, sen ne aldın Takeru?
- Ateş tanrısının ellerini
- Ne? Bakmam lazım!
Takeru ellerini Mio’ya uzattı. Mio’da Takeru’nun ellerini tutarak,
- Vaaaaay! Çok hoooş! Ellerin yumuşacık lan.
- Tamam gidelim. Yeter, dedi Takeru kızarıp ellerini çektikten sonra.
Bütün kasaba sahneden dağılırken Takeru’nun annesi, Takeru’nun kolundan tuttu.
- Anne? Tamam geliyorum sakin.
- Baban seramoniden sonra sana bir şey vermemi istemişti.
- Babam mı?
Aceleyle eve girdiler. Annesi hemen köşedeki kilitli maun sandığı açtı (GÖRDÜNÜZ MÜ İNCEYİ:DSAD:ASD:ADA:AS) ve içinden bir zarf çıkatıp Takeru’ya uzattı. Takeru, tedirgin bir biçimde zarfı alıp açtı. Mektubu okumaya koyuldu:
“Takeru’ya
Nasılsın? Farkındayım, uzun zamandır yokum. Eğer ki bu mektubu okuyorsan ki eğer anla ki hâlâ yokum. Ben aslında yoğum.
Sen doğduktan sonra Zha Kristali’nin mükemmelliği beni de cezbetti. Zha Kristali’nin peşindeyim ve sana bir vasiyetim var. Gerçi bu vasiyete uyar mısın, uymaz mısın bilmiyorum. Beni baban olarak gördüğüne bile emin değilim.
Neyse, vasiyetim şu; Zha Kristali’ni bul. İster onu bana getir, istersen kendin için kullan. Keyfin bilir. Ama tek isteğim, kristalin Akanai ailesinde olmasıdır. Annene bir kutu verdim. İçin de üç tane zümrüt var. Onları iyi sakla, zamanı geldiğinde nedenini anlayacaksın.
Güç seninle olsun Takeru! Kendine iyi bak!
Aki Akanai”
Annesi küçük, siyah bir kutuyu Takeru’ya uzattı. Takeru öfkelenmişti,
- Babam bir şey açıklamaz, bana vasiyet verir. Tanrım bir şey açıklamaz, çeker gider. BU NE LAN! , elindeki kağıt birden alev aldı. Kağıdın alev aldığını görünce istemsiz gülümseyen Takeru kutuyu açtı ve içindekilere baktı. Kutunun içinde bir kırmızı, bir sarı, bir de açık mavi zümrüt vardı. Onları alıp cebine soktu.
- Ben yatıyorum, iyi geceler, dedi Takeru ve yatağına yattı. Odaya giren ayışığının tozlarla olan dansını izledi ve uyudu.
Gece yarısı ayağa kalktı.
- Pekâlâ! Başlıyoruz! dedi sessiz bir coşku ile. Sessiz ama hızlı bir hareketle turuncu renkli çantasını sırtına geçirdi. Aşağı kata inip oraya iyice baktı. “Kendinize iyi bakın” dedi içinden. Kapının kolunu çevirip kapıyı açarken içini bir soğukluk kapladı. Dışarı adımını attığı anda birisi kapının arkasından çıkıp bağırdı;
- TA – KE – RU! bağıran Mio’ydu. Takeru, şaşkınlıkla Mio’ya baktı.
- Ne işin var senin burada?!
- Eee şeyy… Senin vasiyete dayanamayacağını biliyordum. Seni tanıyorum Takeru. Tek başına Demonai’yi dolanamazsın.
- Sen nereden biliyorsun lan?!
- Annen daha önceden her şeyi anlattı bana.
- Vay kaltak! Demek ki her şeyi benden sakladı.
- Baban istemiş Takeru. Anneni suçlama.
- Onun da ağzına sıçayım, bu sözü derken yürümeye başladılar.
- Neden ailene böyle küfrediyorsun?
- Çünkü çok sinirliyim!
- Sinirli olman ailene küfretmeni gerektirmez!
- Sana ne lan istediğimi derim!
- Diyemezsin efendim! İzin vermiyorum!
Tartışarak kendilerini Blizzhax’ın derinliklerine bıraktılar. Ay sevinçliydi, yıldızlar sevinçliydi. Çünkü sayısız destanlarla dolu bu topraklar yeni bir destana şahit olacaktı.

Eski Günlere İthafen Minik Bir Yazı

Tam hatırlamıyorum o yılları… Sırasıyla gideceğim sanırım o yıllara dair neler hissettiğimi, neler düşündüğümü, nasıl hatırladığımı…
Yıl sanırııım 1999-2000. O yıllar okula gitmiyorum. Maddi imkanlardan dolayı kreşe de gidemiyorum. Anne bir konfeksiyonda çalışıp evine ekstra para getirme derdinde. Baba zaten çalışıyor. Anneannesinde kalıyor bizim Serhat. Koskoca 10 saat. Çizgifilm yok hiç. Nadiren çıkıyor. Çocuk hiperaktif. Sokağa çıkmıyor ne yapacak?
Allahtan aile apartmanıydı ki arasıra yukarı aşağı dolanıyordu. Teyzesinde takılıyordu arasıra. Teyzesi evde olmuyordu bazen. Ergenliğe girmiş kuzeniyle beraber evde tıkılı kalıyordu. O dönemleri bilen bilir. Ben hayal meyal hatırlıyorum. Bu pop kültürün patladığı yıllardı. Yeni yeni cep telefonları yayılmaya başlıyordu etrafa. Televizyonda hatırladığım tek müzik Teoman’dan Kupa Kızı Sinek Valesi. Tek net olarak onu hatırlıyorum. Bir de kuzenimin cırtlak sesiyle söylemeye çalıştığı, sözlerinin sadece “can you get me floor” (onu bile parça pinçik hatırlıyorum) tarafını hatırladığım bir müziği vardı.
Daha sonra anneannemin 70′li yıllardan kalma eski bir televizyonu vardı. Uzaktan kumanda sonradan takılmıştı o derece eski bir televizyon düşün artık. Onu izlerdim bazen. Olmadı mandalları takar onlarla oyunlar oynardım küçük küçük. Mandalmanlar yapardım.İkisini dövüştürür, kaybedenin parçalarını kazanana takardım. Bir de anime stili konuştururdum. Sanırım kanıma işlemiş bu anime mevzuu.
Küçük dayımın evine çıkardım. Orada orjinal NES vardı. Düşün, orjinal NES. İlk orada oyun oynadım sanırım. Halamlarda da olabilir pek emin değilim. Hatta o yıllarda onlarda bilgisayar bile olabilirdi. Haa evet evet doğru bilgisayar vardı onlarda. İlk bilgisayar oyunumu orada oynamıştım. Midtown Madness 2. Allahım ne güzel oyundu o! Windows 95 beni hep tahrik etti. O ekran ve sarı imleçle beraber Karahisar Kalesi çalardı arkadan usulca. Büyük kuzenimin yanına tüner onu seyederdim. FIFA 2000′mi ne oynuyordu. 2 saat ayarlama yapmıştı onu hatırlıyorum bak adam akıllı. Geri kalanı çok bulanık. Ha bir de 101 dalmaçyalıyı izlemiştik onlarda. Daha sonra birimizin arabasıyla kuzenimi Haluk Levent’in konserine bırakmıştık. Çok iyi hatırlıyorum, Bakırköy’de Fildamı sitesine yakın bir yerde bırakmıştık onu daha sonra da Carousel’e gidip bir şeyler yemiştik.
Daha sonra büyük dayımın evini hiç hatırlayamıyorum. Gerçi bir zaman sonra hatırlayamama olayının acısını sağlamca çıkartıyorum ama olsun. Tek hatırladığım bşr PlayStationları olduğuydu. Yeniyolda bir dükkan var (ki hala var). Korsan oyun satardı. Oradan oyun satın alırdık bizde. Crash Bandicoot’u, Tomb Raider’ı bir de Hot Wheels’ın oyununu hayal meyal hatırlıyorum işte.
Yıl 2001 – 2003…
Okula yeni başlamışım. Anlatmışımdır belki küçükken çok hırpalandım filan diye. Arkadaşım yoktu öyle pek. Kitap filan okurdum kendi başıma yine de bana sataşırlardı. Kendimden büyüklere “Arkadaş olalım mı?” diye sorardım. Kabul etmeyince de kendimi yere atıp ağlamaya başlardım. Öğretmenim aynı anda hem yeteneklerimi açığa çıkartıp hem de disiplin vermeye kalkınca elinde patladı. 3. sınıfta yapayalnızdım. 5-B sınıfının öğretmeni Dilek hoca vardı sağolsun çok güzel muhabbet ederdik onunla. Şimdi başına ne geldi bilmiyorum. Bir de 4-B sınıfının öğretmeni Türkan hoca vardı. Birbirimizi her gördüğümüz de “İSTİKBAL GÖKLERDEDİR!” diye selamlaşırdık. Aslında hala eski okulumda gidip selam verebilirim lan.
Bir de Fındıkzade eğitim parkı vardı. Allahım bayağı zaman meyvesini yedim oranın. Hem de ne biçim yedim yahu. Şu andaki entellektüel birikimimin %95′i oradan yediğim boosttan kaynaklıdır. Ama oraya gitmeye başladığım ilk 2 yılı HİÇ hatırlamıyorum. Çok güzel bir kütüphanesi vardı oranın. Acayip güzel hem de. Bahçesi mükemmeldi. Parkı idare ederdi ama hayvanat bahçesi bilem vardı olom boru değil yani!
Yıl 2004 – 2005…
Depresyona girdikten sonra psikolog eşliğinde başka bir okula naklimi aldırmıştım. Benim için “mistik yıllar” dediğim, her hatırladığımda içimi bir tuhaflık kaplayan yıllardı o yıllar benim için. Hayır yani böyle boşluğa düşer gibi olduğum ama göğsümden bir şeylerin beni hayata tuttuğu yıllardı. Tuhaf yıllardı yani kısacası benim için…
Yıllardır birbiriyle kaynaşan insanlar vardı orada. Ve benim gibi bir “deli”yi çekemediler. Yine yalnızdım. Ama olsundu. Öğretmenim çok daha iyiydi. Hülya hocam <3.
O yıllarda bana öğretmenim değil de okul çok etki bıraktı yahu. Benim için okul bir nevi balta girmemiş orman gibiydi. Her tarafından anonimlik, bilinmezlik akıyordu. Çok acayipti yahu. Bilgisayar odaları vardı. Windows 95, 98 kurulu bilgisayarlar. Onlarla oyun oynardık. Öğretmenimiz içine Counter Strike, Half-Life filan kurmuştu. Bütün ders onu oynardık lan. Çok eğlenceliydi bizim için. Tabii ki hiç bir şekilde oyunlara alınmazdım ama olsun. O yıllarda okulun kendisi çok ilgimi çekmişti. Okulla sevişebilirdim bile.
Kuzenime yeni bilgisayar gelmişti. Onlardan çok ben oynuyordum sanırım. Hatta kuzenlerime habire “GÖZEM ÖBLAAAAA! BANA EMESEN AAAAÇ!” diye diretirdim. Kabul etmezlerdi. En sonunda hala oğlu açmıştı. “sonikserhat@hotmail.com” diye. Hay amk… 2 hafta içinde çaldırmıştım. Daha sonra da serhat95serhat@hotmail.com açtım bir tane. Hala onu kullanırım. Hatta Windows 8′imin oturum hesabı bile ona kayıtlı lan.
O bilgisayar çok etkilemişti beni vakti zamanında. Oyunstar diye bir site vardı. Çıkmazdım oradan. Dragonball’un oyunları filan vardı lan iyi hatırladım. Çok oyun filan indirirdim o bilgisayara.
Daha sonra eğitim parkında bir ekiple oynadığım “Ah şu gençler” vardı. Aile gibiydik yahu <3 Olivium sahne’de oynanmıştı. Ekipte en küçük kişi bendim ancak en fazla rolu olan ve en iyi sahne performansı gösteren de bendim.
2006 – 2008 arasını pek hatırlamıyorum açıkçası. Yazacak bir şey bulamadım.
Yıl 2008 – 2009…
O mistik yılların son demleri aslına bakarsanız… Tek arkadaşım vardı. Adı Oğuzhan. Her fırsatta internet kafeye giderdik onunla. Kuzenimin bilgisayarını bırakmıştım artık. Uğraşmıyordum onunla. Benim bir tane Nokia 6300′ım vardı o yıllarda bir de Samsung E250′im…
Sanırım 2008′i ayrı alacağım. Yedikule, Samatya tarafı özellikle benim için çok değerli oldu o zaman. Edirnekapıdan Yedikuleye annemle böğüre böğüre şarkı söyleyerek Samatya’ya giderdik.
Telefon mevzuuna geldi sıra. Nokia 6300… Çok çektirdim biliyorum ama bir anne gibi benim yanımda oldun 5 sene boyunca. Seninle yapmadığım şey kalmamıştı. NES oynadım, oyun konsolu yaptım, Pokémon oynamak için Gameboy yaptım. Girmediğin şebeklik kalmamıştı lan o yıllarda. Ne güzeldi. İyiydi güzeldi.
Lise ayrı bir dünya. 9. sınıfı hayal meyal hatırlıyorum. Tek Gökberk ve Osman ile Pokémon muhabbeti yapıyorduk aklımdan kalan tek şey o…
Yıl 2010 – 2011…
Artık mistik yıllar yavaş yavaş bitiyordu ve şimdiki Kambak’ın ilk tohumları atılıyordu. WoI’ye katılmıştım. Çok acayipti. Animelere başlamıştım daha sonra.
2. dönem bilgisayarım geldi ve Fairy Tail izlemeye başladım. Daha sonra eskiden yazdığım hikayelerimi genişleteyim filan dedim. Çok güzeldi yahu. Bilinmeyene doğru içimde tuhaf bir his vardı o dönemler.
Daha sonra Facebook’ta arkadaşlar filan edindim. O yaz buluşmalara gittim ve Kambak yavaş yavaş doğdu. Şimdi bu durumdayım. Saat geç oldu ve uykum var o yüzden adam akıllı bitiremedim bile yazıyı.
O yıllar bana hem uzak hem de yakın geliyor şimdi. O kadar iyiydi ki, sanırım bu halime en çok geçmiş yıllar ve zamanın kendisi etki etti.

Project Zha #2 - Zia

Zaman, umarsızca ilerlemiş, Ay, sahneyi usulca Güneş’e bırakıyordu. Blizzhax’in geniş ovalarında rüzgâr, usul usul yapraklar ve otlarla oynaşıyor, sıcak bir yaz gün dönümünün sıcağını kırıyordu.
Yeni demlenmiş bir ıhlamur renginde olan gökkubbe, tüm şevkatiyle günlük deri değişimine başlamıştı yine. Geniş bir çayırda,, bir kırmızı, bir sarı kafa salına salına yürüyordu bu yemyeşil çayırda.
Rüzgâr yavaşça Takeru’nun saçlarını yaladı.
- Üşüdüm, dedi Takeru titreyerek
- Sabah gitseydik keşke. Hem anneni görmüş olurdun. Çok merak etmiştir annen bizi, bunu söyleyen Mio’ydu. Yorgunluktan yavaş yavaş attığı adımlar onu daha da çok yormuştu. “Yoruldum ve acıktım. Ne kadar yürüyeceğiz daha? Nereye gidiyoruz?” diye sordu baygın bir sesle.
- Bilmiyorum. Nereye gideceğimize dair en ufak fikrim bile yok.
- Ne? Nasıl?! Nereye doğru yürüyoruz peki?!
- Bilmiyorum dedim ya. Kristali arayacağız sadece.
- LANET OLASI! , Mio’nun tepesi atmıştı. Kristal öyle dedektörle bulunabilinecek, hemen elimizin altında olan bir şey değil! Kristal tam 4000 yıldır aranıyor ve kimse bulamadı! Biz mi bulacağız!
- Amaaaaaan~! Bir şekilde bulunur değil mi? Öyle kafaya takılacak bir durum değil.
- Şu rahatlığın beni hasta ediyor…
Her sabah Demonai’yi kutsayan o manzara yine ortaya çıkmıştı. Başka bir gezegenden gelen bir “şey”in gördüğü zaman bir daha unutamayacağı bir manzaraydı bu. Güneş ışığı, adaların arasından ufak ufak göz kırpıyordu yine. Adalar ahenk ile usul usul süzülüyordu masmavi gökyüzünde.
- Hâlâ ellerim ağrıyor, dedi Takeru
- Neden ki? Ne oldu?
- Dün akşam Dorenrius bana silahını verirken bütün vücudum yanacak gibi oldu. Ellerim patlıyordu neredeyse. Tüm vücudumu ateş bastı.
- Ha, bu arada, Dorenrius neye benziyordu?
- Normal bir insana, ama kolları ejderha kolu gibiydi. Saçları yanıyordu. Tuhaf bir adamdı. Lalari neye benziyordu peki?
- ÇOK SEKSİYDİ! Upuzun mor bir saçı vardı mesela, daha sonra şeffaf peri kanatları çok güzeldi. İSTİYORUM LAN! Üzerine bikini giymişti, çok büyük göğüsleri vardı, burada Mio’yu ufak bir öksürük krizi tutmuştu. Bir de gözleri vardı. Hayatımda gördüğüm en güzel gözler ondadır sanırım. Yemyeşil gözleri vardı. HIAAAA! ÇOK HOŞ LAN!
- Peki. Anlıyorum, dedi Takeru bakışlarını uzaktaki bir adaya dikerek. Ve gün içerisinde yürümeye devam ettiler.
- Şimdi bize bir skybot gerekiyor Takeru.
- İyi hatırlattın. Bulana kadar kaçak gezebiliriz ama değil mi?
- ASLA! Öldürseler bir daha kaçak olarak skybot’a binmem.
- Neden ki yahu?- Son skybota kaçak bindiğimizde başımıza geleni hatırla. Annen bize ne kadar kızmıştı! 
Cidden de öyleydi. Takeru, o gün annesinden nasıl dayak yediğini hatırladı, içi cız etti.
- Ama olsun, Zha Kristali’nin bu adada olmadığı çok belli. Yoksa görürdük. Ada da gezmediğimiz yer kalmadı. Başka bir yerde olabilir. Buluruz sorun değil. Kıps…
- Cidden, bu rahatlığın ve patavatsızlığın beni hasta ediyor.
Yürümeye devam ediyorlardı. Onlar yürürken Güneş, gökyüzünün tam tepesine çivilenmiş, sahip olduğu bütün ışıkları cömertçe yeryüzüne sunarken, Blizzhax, üzerlerinde bulunan bir ada sayesinde güneş ışığından korunuyordu. İkisi yürümeye devam ederken Mio derin bir nefes aldı.
- Takeru?
- Efendim?
- Başkent Klizpaharzia’daki büyük kütüphaneye gidelim mi? Orada belki de bir şeyler bulabiliriz.
- Bir yerden başlamamız lazım sonuçta. Tabii ki gideriz neden olmasın. Ama nasıl gideceğiz? Başka bir adada sonuçta Klizpaharzia.
Takeru hınzır ve bıyık altından bir tebessüm ile Mio’ya baktı.
Mio pes etmiş bir şekilde iç çekti,
- Pekala, anlaşıldı. Bir yerden skybot bulmamız lazım.
- Adanın ucundaki yaşlı Carno’nun skybot iskelesine gidelim. Belki skybot kiralayabiliriz.
- Bizi sopayla kovalamazsa iyidir.
- Neden?
- En son gittiğimiz de Carno bizi ne biçim kovalamıştı hatırlıyor musun?
- Rahat ol! Moruk uysal bir adamdır. Biraz tatlı dille konuşursak ikna olacaktır.
 Mio yine bir iç çekti,
- Hayırlısı be gülüm.
 Güneş, yavaş yavaş uykuya hazırlanmak için batmaya başlıyordu. Yürüdüklerinde etraflarında uzunlu kısalı ağaçlar ve bütün gücüyle gürleyen bir şelale vardı.  Etrafta rüzgar olmamasına rağmen, yakınlardaki ağaçlardan birinin yaprakları hışırdadı. Mio tedirginlikle etrafına bakındı ve Takeru’ya doğru fısıldayarak,
- Sanırım birisi bizi takip ediyor, dedi.
- Emin misin? Ufak ağaç lazok1larından olmasın?
- Bir silüet gördüm. Lazok değildi. Ondan çok büyüktü. İnsan silüetiydi bu.
Koşmaya başladılar. Adımları ve solukları hızlanmaya başladı. Sırayla arkalarındaki diğer ağaçların da yaprakları hışırdamaya başladı.
- Sence bir yaratık ordusu mu? Gri askerler de olabilir belki, dedi Mio
- Yaratığı bilemem ama Gri askerler değildir. Bizi kıstırıp ne yapacaklar?
- Ne bileyim, artık Dorenrius’un gücünün yarısı sende. Her şey olabilir.
Koşarken önlerine değil birbirlerine bakıyorlardı. Önlerine baktıkları anda bir kız, ellerinde iki adet geniş ağızlı pistolü onlara doğru doğrultmuş halde Takeru ve Mio’yu bekliyordu.
 Kızın upuzun pembe bir saçı, saçının sol tarafında büyük bir nilüfer çiçeği tokası vardı. Kenarları turuncu şeritli mor bir tunik üzerine boyun bölgesinde kıpkırmızı bir haç takılıydı. Kahverengi bir çizme giymişti. Çizmenin kenarlarında sarı zigzag şeklinde bir motif vardı.
 İnce ve hınzır bir sesle “Durun ve bütün paralarınızı bana verin” dedi. Takeru ve Mio duraksadılar. Üçü de birbirine bakıyordu. Mio, sırtında takılı olan tırpanı almaya çalışırken karşılarındaki kız pistollerden birini Mio’ya iyice doğrulttu. “Sevgili tatlı bayan, o şirin tırpanınıza uzanmaya çalışırsanız pistolümden çıkan buzlardan birini sizin beyninize saplamak zorunda kalırım. Size zarar vermek gibi bir niyetim yok. Sadece paralarınızı istiyorum.” Mio, istemsizce titreyerek ellerini sırtındaki tırpanından çekti. Takeru, sazlıklardan havalanan yaralı bir yavru ördek gibi ses çıkardı.
 “Evet, yeteri kadar açıklayıcı oldum sanırım. Paralarınızı verin ve ben de sizi rahat bırakayım.”
Tam o arada genç kızın sağ tarafından bir hışırtı gelirken Takeru andan yararlanıp genç kıza saldırmaya çalıştı. Sağ elini tamamen ateş ile kaplayıp kıza saldırırken kız hareketini farketti ve Takeru’nun sağ eline hızlı bir tekme salladı. Sağ elindeki pistolü Takeru’nun başına dayayarak, Ah, çok üzgünüm ancak bunu yapmana izin veremem, dedi.
 O sıra da sağ taraftan yüksek sesli bir uğultu çıkmaya başladı. Üç gencin birden kulakları çınladı. Daha sonra da büyük bir patlama oldu. Gri renkli bulutların ardından üç adet bembeyaz üniformalarıyla adamlar geldi. Kimdi bunlar? Takeru ile Mio gelen adamlara tuhaf bir şeklde bakarken, Takeru’nun gözü ona saldıran genç kıza kaydı. Genç kız korkmuşa benziyordu.
 Adamlardan biri parmağını genç kıza doğrultarak, Zia Ianheart! Silahını da alarak bizimle gel yoksa onu senden zorla alacağız! dedi. Zia korkmuştu. Ne yapacağına dair en ufak bir fikri yoktu.  Asla gelmem!, diye bir çığlık attı Zia. Ancak yine de elleri titriyordu. Takeru’nun kafasına dayadığı pistolün namlusu, istemsiz olarak deli gibi zangırdamaya başlamıştı. Zia’ya seslenen adamlardan biri “Demek öyle. O zaman seni zorla götüreceğiz” dedi ve sırtında takılı olan bazukayı çıkarttı.
 Bazuka altın sarısı bir renkli. Namlusunun kenarları şeker tonlarında bir mora bulanmıştı. Kullanıcıya dayalı olan tarafın hemen yanında bir tetik vardı. Adam tetiği çekti. Zia’nın olduğu yerde büyük, sapsarı bir toz bulutu peydah oldu. Tetiği sıkan adam sinsi sinsi güldü “Hava bazukası. Şimdiye ikisinin de kemikleri çoktan kırılmıştır” dedi sadece.
 Mio büyük bir korkuyla toz bulutuna baktı. Toz bulutu o kadar yoğundu ki hiç bir şey görünmüyordu. Bulut yavaş yavaş seyrelmeye başlayınca, aradan Zia’nın karaltısı göründü. Mio daha da telaşlandı. Takeru neredeydi? Şu anda sadece onu düşünebiliyordu. Zihninin içi bomboştu. Toz bulutu biraz seyrelmeye başlayınca aradan Takeru’nun başını hafiften seçebildi. Mio’nun içi rahatlamıştı. Ama Takeru çömelmişti. Sol dizinin üstünde duruyordu. Nedendi?
 Takeru’nun karaltısı ayağa kalktı. Toz bulutu iyice dağılmıştı. Takeru, ateş kırmızısı gözleriyle baygın ama nefret dolu bir biçimde karşısındaki üç adama bakıyordu.
 - Hey! Burada bir dövüş yapıyorduk biz. Neden kestiniz?, dedi Takeru
- Seni ilgilendirmez velet! Geri çekil yoksa seni de öldürürüz, dedi bazukalı adam
- Oh pekala. Sizi hallettikten sonra maçımıza devam edelim Zia. Ancak şunu şu gerzekler unutmasınlar, bir silah, insanın her şeyidir. Ruhudur. Ve ben kimsenin ruhuna zarar gelmesine izin veremem!
 Takeru, iki elini de ateş ile kapladı. Üç adama doğru koşmaya başladı. Bazukalı adam, ultra sıkışmış hava toplarını teker teker Takeru’nun üstüne doğru atarken Takeru, onları ateşin yarattığı patlama basıncı ile dağıtıp adamların üstüne koşmaya devam ediyordu. Mio öylece durmuş Takeru’yu seyrederken anında sağ tarafından büyük bir toprak kitlesinin geldiğini gördü. Toprak kitlesini, tırpanını hemen elleriyle tutup döndürerek zorda olsa dağıtmayı başarmıştı.
 Mio’ya saldıran adam, bazukalı adama göre biraz daha iri yarıydı ancak diğer adamlar gibi suratında maske olduğu için suratı gözükmüyordu. Olabildiğince iğrenç ve kalın bir ses ile, “Sanırım sende onlardansın. Pekala, seni toprağın içine gömme zamanı geldi küçük bayan” dedi sadece Mio’ya ve hemen ellerini toprağın içine daldırıp büyük bir kütle toprağın havada süzülmesini sağladı.
 Toprak parçasını büyük bir inleme ile adam, Mio’nun üstüne fırlattı. “MIO!” diye bağırdı Zia ve hemen Mio’nun önüne koşup pistolünden çıkan buz mavisi bir ışık huzmesini toprak parçasının üzerine doğrulttu. Toprak parçası donmuştu ve Mio tek bir tırpan darbesi ile toprak parçasını dağıtmayı başardı.
 O sırada iri adamın arkasından başka bir adam koşmaya başladı. Sıska bir adamdı bu. Ve ellerinde siyah saplı büyük bir çatal tutarak Mio ve Zia’nın üstüne doğru koşuyordu. Zia, “Mio, senin o adamı alman daha kolay. Partnerleri değişelim” dedi. Mio hiç bir şey demeden diğer sıska adama doğru koşmaya başladı. Sıska adam havada ondan beklenmeyecek bir yüksekliğe zıpladı ve minik bir salto ile Mio’nun üstüne hücum yaptı.
 Mio durumu zor farketti ancak son anda tırpanın keskin ucunu adama doğru çevirerek kendisini korumayı başardı. Çatal ile tırpanın çarpıştığı yerden büyük bir zırıltı koptu ve adam geriye doğru atıldı. Ve büyük bir zariflik ile yere kondu. Konar konmaz sadece Mio’ya baktı. En azından Mio öyle algılamıştı. O arada Mio’nun aklından, “Acaba bu adam maskenin altından nasıl nefes alıyor yahu?” şeklinde bir düşünce geçti.
 Takeru’nun durumu daha da acayipti. Bazukalı adam, Takeru’ya sadece rüzgar topları atarak kaçıyor, Takeru’da onları dağıtıyordu. Takeru’nun her dağıttığı rüzgar topu onun kolunu daha da ağrıtıyordu. “Bu böyle olmaz” diyerek ellerinden büyük bir ateş patlaması yaratarak havaya sıçradı. Bunu farkeden adam anında bazukayı tam enerjiyle yükledi ve büyük bir rüzgar topunu Takeru’nun üzerine fırlattı.
 Takeru, üzerine gelen topu gördü ancak kendini koruyacak vakit bulamadan rüzgar topu ona çarptı. Takeru’nun bedeni, aynı yöneteni olmayan bir kukla gibi havada savrulup yere doğru ilerlemeye başladı. Mio Takeru’yu gördü ve hiçbir şey demeden onun düşeceği yeri hesaplayıp ona doğru koştu. Beyni bomboştu. Ne yapacağını bilmiyordu. Tırpanını sırtındaki kabzaya takarak hızlıca Takeru’nun yanına koşmaya devam etti. Daha da hızlanmıştı. Zia o arada olan biteni fark etti ve Mio’ya “Mio! Ben onları tutuyorum peşinizden geleceğim! Sen Takeru’yu al ve git!” dedi.
 Mio, hızlıca Takeru’nun altına geçip onun bilinçsiz bedenini sıkıca tuttu ve kaçmaya devam etti. İçinden “Gerizekalı…” diye bir nida kopardı ve koştu. Zia, hepsinin kollarına birer el ateş ederek dikkatlerinin dağılmasını sağladı ve kaçtı.
 Mio, Takeru ve Zia hemen yakınlarındaki şelaleye gittiler. Şelalenin gürül gürül akan sularının altındaki magaraya girdiler. Mağara, ufak Nigrid Kristalleri sayesinde loş bir şekilde aydınlanıyordu ve hafif nemliydi. Mio, Takeru’yu uygun bir yere yatırdı. Ve içinden “Neden üstüne vazife  olmayan işlere girişirsin ki?” diye üzüntüyle karışık bir sitem çekti.
 Zia pişman bir şekilde Mio’nun omzuna usulca dokundu ve “Özür dilerim. Olayların böyle olmasını istememiştim” dedi. Mio olabildiğince hiddetli bir şekilde “Öyle mi?” dedi ve arkasını dönerek bağırmaya başladı “SÖYLE O ZAMAN KİMSİN SEN?!”
 Zia, korku dolu bir şekilde yutkundu ve gayet kendinden emin bir şekilde şunları söyledi; “Ben Zia Muiralyn. Muiralyn Muhafızlarının baş varisi ve son hayatta kalan kişisiyim. Zha Kristalinin anahtarı bende…”
ZHALOPEDIA
Evet. Daha en başından zaten belli olmuştur sanıyorum. Demonai, bizim dünyamıza pek benzemiyor ve kendi olguları, kavramları, terimleri ve hayvanları var. Ve ben burada elimden geldiğince sizlere bu terimleri açıklamaya çalışacağım. Eğer ki bunları okursanız ileride karşınıza çıkacak terimleri daha iyi anlayabilir ve evreni daha fazla hissederek okuyabilirsiniz.
Skybot: Demonai, havada uçan adalardan oluştuğu için havada uçan gemiler tasarlandı. Bunlara Skybot deniyor. Skybot’un daha detaylı bilgisini ve geçmişini, hikayemizin ileri ki bölümlerinde okuma şansı bulacaksınız.
Lazok: Lazoklar, bizim dünyamızdaki Sincaplara benzer ancak bunların renkleri daha çok sarı veya turuncudur. Etle beslenirler. Ne eti olursa olsun. İnsan etleri onlar için çok çekicidir.
Nigrid Kristali: Mağaralarda doğal olarak bulunan ve mücehveratta özellikle kullanılan bir maden. Değerleri pek yoktur ancak onları özel kılan şey, hiç bir enerji kaynağına ihtiyaç duymadan parlayabilmeleridir.