Demonai’de yine sakin bir sabahtı. Yurrikanlar ateş rengi yeleleriyle çayırlarda dört nala koşuyor, anneler yavrularını besliyor, kuşlar yerküre ile gökkubbeyi şarkılarıyla kutsuyor, Ay dede, mesaisini Güneş Ana’ya bırakıyordu. Demonai sabahları o kadar destansıydı ki, her bir adasında başka bir hayranlık duymak için bambaşka nedenler vardı bu mükemmel gezegenin. Dört bir köşesinde bambaşka süprizler bekleyen bu destan, etrafındaki diğer gezegenlere benzemezdi. Havada asılı duran irili ufaklı sonsuz sayıda ada, umarsızca dans ederlerdi birbirleriyle Plötléok adı verilen gezegenin tam merkezinde bulunan kara deliğin etrafında.
Ve bu dünyada “Zha Kristali” adlı bir cismi bulmak için uğraşan sayısız insan grubu vardı. Bunlara “maceracı” deniyordu. Ve bu hikayemizde, bir maceracı grubunun hikayesini okuyacaksınız.
Demonai’nin bir köşesinde, Harlia denen bir ülkenin, Blizzhax denilen bir bölgesinde, daha ismi konulmamış bir kasabasında da sabah oluyordu. Küçük, şirin ve tatlı bir kasabaydı bu. Kasabanın ortasında, taştan yapılmış minik bir ev vardı. Bu evin bir camı sonua kadar açılmıştı ve evden dışarıya mis kokulu dumanlar yayılıyordu.
Evin kapısı usulca çalındı. Kahverengi ahşap kapı ağır bir gıcırtıyla açıldı, kapının önünde şirin bir kız vardı. Kız, kısa saçlıydı, kırmızı bir yakalığın altında mor bir flar, hemen altında turkuaz bir pelerin vardı. Sarı bir bluz ile beyaz bir eteği kombin yapmış, mor menkli çoraplarla iyice renk yumağına dönmüştü genç kız.
Kapının arkasında ise orta yaşlı bir bayan duruyordu. Kahverengi saçları lüle lüle omzuna düşüyordu. Görmüş, geçirmiş ancak şevkat dolu gözlerle önündeki kızı süzdü. Olgun bir sesle
- “Ah Mio gelmiş! Nasılsın Mio!” dedi ve güldü.
Mio başını evin içine bakmak için başını çevirdi ve tam da kendisinden beklenecek tatlı bir sesle “Takeru nerede?” dedi. Yaşlı bayanın cevap vermesine müsaade etmeden,
- “Yukarıda değil mi? Teşekkür ederim! YUKARI GELİYORUUUM!” dedi ve koşarak üst kata çıktı.
Evin içi, dışı taştan olmasına rağmen, tahtadandı. Mio, merdivenlerin basamaklarına basmasına rağmen tahta merdivenler gıcırdıyordu. İkinci kata ulaştıktan sonra merdivenin hemen yanndaki tahta kapıyı sol eliyle açarken, gözlerini korumak için sağ elini gözlerine siper etti. Gözleri ışığa alıştıktan sonra odaya baktı. Kapının karşısındaki dolabın içi dışına çıkmıştı. Giysiler, pantolonlar, tişörtler, bilimum aksesuarlar odanın içinden fırtına geçmiş gibi odanın içine dağılmıştı.
Mio, biraz sinirlendi ve camdan dışarı baktı. Manzara gerçekten muhteeşemdi. Evin hemen önünde, kasabanın geçim kaynağı olan Svoltaran Gölü vardı. Gölün etrafında insanlar yine balık tutma telaşındayd, uzakta ve yakında, her yerde asılı kalan adalar havada uculca süzülüyordu ve evin hemen altında başka binbir şeyle uğraşan insanlar karınca sürüsü gibi sağa sola dağılıyordu.
Mio arkasını döndü. Arkasındaki yatakta, orta boylu, esmer bir genç yatıyordu. Kıpkırmızı saçları etrafa yayınmıştı. Mio usulca yanına yaklaştı. Şevkat dolu bir sesle,
- “Takeru, haydi kalk. Hazırlanmamız gerekiyor.” dedi. Takeru homurdanan bir sesle “Maurgh… Bejdakadahazzzzzz…” dedi. Ortamın dağınıklığı yüzünden zaten sinir krizi geçiren Mio, Takeru’nun kafasının altındaki yastığı aniden çekip kafasına bastırdı.
- “BU AKŞAM! BU AKŞAM TANRILARLA GÖRÜŞECEĞİZ VE SEN BANA HÂLÂ ‘BİRAZ DAHA UYUYAYIM’ MI DİYORSUN?!!?!? KALK AYAĞA!” dedi ve dışarı çıkıp kapıyı olanca hızıyla kapattı. Camın önündeki kuşlar, çıkan ses yüzünden korktu ve uçtu. Takeru hızlıca doğruldu ve ayağa kalktı. Hayat dolu genç bir sesle,
- “Hay amını sikeyim. Bazen bu kızın derdini hiç anlayamıyorum.” Ve üzerini giyinmeye başladı. Siyah tişörtünün üstüne kırmızı mont gibi bir şey geçirdi. Montun önü kapalıydı ve kollarının kenarı ile montun tam aşağısında turuncu ateş desenleri vardo. Altına kurbağa yeşili bir pantolon geçirdi ve boynuna yavruağzı bir atkı geçirdi. Kafasına ise üzerinde “zlel her kurasla” yazan bir gözlük geçirdi ve hızla aşağıya doğru yollandı.
Tahta merdivenlerden, aşağı kayarcasına indi. Odayı çok ağır bir yemek kokusu boğmuştu. Aşağıya iner inmez duvara yapıştı ve “ANNE NE YAPTIN SEN?!” diye bağırmakla yetindi sadece. Karşısında muazzam bir sofra vardı. Takeru’nun annesi Takeru ve Mio’nun omuzlarını hafifçe sıktı ve,
- “Her zaman 15 yaşına girmiyorsunuz” dedi ve Takeru ile Mio’nun yanaklarına usulca birer öpücük kondurdu.
Mio’nun gözleri doldu. Takeru,
- “Neyin var Mio?”
- Bir şeyim yok, dedi dalgalı ve ağlamaklı bir sesle.
Mio, Takeru ile bir kan bağı olmamasına rağmen kardeş gibi büyümüştü. Daha Takeru beş yaşında, kasaba da bir gün tek başına oyun oynarken ilk başta bir karaltı görmüştü. Daha sonra küçük bir kız, yırtık elbisesi ile yalpalayarak yürüyordu. “Yar-dım e-din…” dedi sadece ve Takeru’nun yanına yığıldı. Şaşkına dönen Takeru hemen “AĞNNEEEEEE!” diyerek annesinin yanına koşmuştu. Hızla yerde yatan kızın yanına koşan Takeru ve annesi kıza baktı. Annesi kızı kucağına aldı ve
- Aman tanrım! Bu kız yanıyor!, dedi ve Mio’yu koşarak evlerine götürdü. Mio uyandığında sadece adını ve konuşmayı biliyordu. Aslında daha fazlasını biliyordu ama anlatmıyordu.
Bir gece Mio gizlice evden çıkarken, Takeru’nun annesi Mio’yu gördü ve,
- Nereye gidiyorsun?
- Bilmiyorum. Ama sizi daha rahatsız etmek istemiyorum. Herşey için teşekkür ederim, dedi. O anda Takeru’nun annesi, Mio’nun boynuna sarıldı.
- Ne saçmalıyorsun sen? Sen artık benim kızım gibisin, dedi ve ağlamaya devam etti. Mio sadece “Teşekkür ederim” diyebildi ve o da ağlamaya başladı. Ertesi gün Mio geri gelip,
- Kasabanın çok az dışında kendime bir barınak yaptım. Artık orada yaşayacağım ehe! , dedi neşeli bir şekilde.
- Ama buraya uğramayı da ihmal etme olur mu? , dedi Takeru’nun annesi, içi buruk bir şekilde.
- Ehehehe! Her gün geleceğim zaten!
- Ah! Bu harika!
Ve bu olayların ardından tam on yıl geçmişti. Üçü masaya oturdu ve yemeğe başladılar. Takeru, sanki kıtlıktan çıkmış gibi, bir sağındaki, bir solundaki yemeğe saldırıyor, tuhaf tuhaf sesler çıkartıyordu. Mio, önündeki eti nazikçe keserken, Takeru’nun bu hayvani atağına dayanamadı,
- Hey Takeru! Biraz daha insan gibi ye!
- Omö nööpöbölöröm. Dön ökşömdön börö bör şöy yömöyöröm.
- Sakin ol gerizekalı!
Daha sonra kavgaya devam ettiler. Takeru’nun annesi büyük bir neşeyle önünde kavga eden bu ikiliyi izliyordu. Ama bir yerden sonra dayanamadı.
- LAN YETEEEEEEEER! diye bağırdı, Oturup yemeğinizi yiyin daha sonra da ne bok yapıyorsanız yapın! Ben bu sofrada huzur istiyorum!”
İkisi de ortak bir ağızdan “T-Tamam…” dediler ve yemeklerini yediler. Daha sonra da dışarı çıkıp kendilerini Blizzhax’ın çayırlarına bıraktılar.
Neredeyse her sabah böyleydi Takeru ve Mio’nun yaşadıkları. Yemeklerini yiyip kendilerini adanın derinliklerine bırakıyorlardı.
Bir de skybotları olsaydı, diğer adalara gidebilirlerdi. Bir keresinde başka bir adaya gitmişlerdi ve geri geldiklerinde skybotun sahibi ikisini de yakasından tutarak evlerine götürmüştü. Annesinin ikisine nasıl bağırdığını ikisi de hatırlamak istemiyordu.
Ve akşam olmıştu. Kasabanın tam merkezinde kocaman bir sahne vardı ve Takeru ile Mio’nun seramonisi burada olacaktı. Kasaba yaklaşık 7 yıldır bir seramoni görmediği için çok heyecanlıydı. Sahnede de bir heyecandır gidiyordu. En sonunda köyün lideri, Takeru ve Mio ile sahneye çıktılar. Köyün lideri yaşlı bir adamdı, güçlü ama bembeyaz bir sakalı ve saçı vardı. Sakalı göğsüne kadar iniyordu yaşlı adamın. Sağ eliyle sakalını sıvazladı.
- Lütfen sessiz olun! Ve birazdan, köyümüzün en yiğit delikanlılarından Takeru ile en tatlı kızımız Mio’nun seramonisi yapılacaktır, dedikten sonra arkasını döndü, Çocuklar, 15 sene boyunca bizimle oldunuz. Sizleri çok sevdik. Ve bugün sizi hangi tanrılar seçerse seçsin, umarım sizin karakterinizi yansıtan bir şeyle kutsanırsınız.
Uzaktan inlemeye benzer bir ses geldi. “Evet başlıyor” dedi köyün lideri ve oradan uzaklaştı.
Takeru son kez Mio’ya baktı. Mio gerilmişe benziyordu. Elleri titriyordu. Takeru’nun da ondan pek aşağı kalır yanı yoktu. Heyecandan alnı terlemeye başlamıştı. Takeru’nun göğsünde tuhaf bir his oluştu. Sanki oradan birisi bir şey çekip alacaktı. En sonunda gözlerindeki görüntü yavaş yavaş bulanıklaştı ve yerini beyaz bir ışık aldı.
Gözlerini açtığında kıpkırmızı bir odadaydı. Takeru, uçuyormuş gibi garip bir his içerisindeydi. Uzaktan bir karaltı görmüştü. Elleri titremeye başladı. Kendi tanrısını görecek ve hayatı boyunca onunla birlikte olacak silahını alacaktı. Karaltı giderek netleşiyordu. Gelen adamın göğsünde garip alev motifleri vardı. Elleri, omuzlarına kadar pul pul olmuştu ve kıpkırmızıydı. Saçları alev gibi yanıyordu. Alev kızılı gözleri çatarak ona bakıyordu. Altına ise, kırmızı, kenarlarında sarı şeritler olan bir şalvar giymişti.
Boğuk sesiyle onu işaret etti,
- Sen! Takeru! Sama çok büyük bir armağanım var! Hazır ol çünkü bu canını yakacak!
- Ha? Nasıl?, derken Takeru’nun başına bir ağrı girdi. Çok sıcak, zehir gibi bir ağrıydı bu. Sadece “YANIYORUM!” diye bağırabildi. Elleri sanki erimiş sıcak lavın içine sokmuş gibi yanıyordu. Elleri sanki patlayacaktı.
- DORENRIUS! NE YAPTIN ELLERİME?! diye bağırdı Takeru
- Hiç bir şey. Sadece silahını veriyorum, dedi Dorenrius umarsızca.
Takeru’nun elleri patlayacak gibi oldu. Sonra acısı dinmeye başladı. Ellerine baktı. Ellerinin üstünde kalın kırmızı birer çarpı işareti vardı.
- B-Bu ne? Ne bu? Ne yani? diye sordu Takeru.
- Ellerim, artık senindir.
- N-Nasıl?
- Şu anda açıklayamam ancak nedenini ileride anlayacaksın.
- A-Ama…
- Kısa kes!
Dorenrius arkasını döndü ve yürüyerek oradan uzaklaştı. Takeru ise aynı şeyleri tekrar hissetti. Gözlerini açtığında sahnede yere yığılmıştı. Her tarafı sızlıyordu, elleri ise hâlâ yanıyordu. Köyün lideri, kısık, kehribar rengi gözlerini sonuna dek açmış şaşkınlıkla Takeru’ya bakıyordu.
- Bu da nedir?, diye sordu Köy lideri
- Bilmiyorum. Dorenrius bana ellerini verdiğini söyledi.
Bütün sahnede ani bir heyecan ve uğultu dalgası yükselmeye başladı. Takeru, şaşkınlıkla etrafına bakıp ne olduğunu anlamaya çakıştı. Köy lideri Takeru’ya dönüp,
- Bir tanrının eli, gücünün kaynağıdır ve tanrının kendi gücünün yarısını oluşturur. Dorenrius sana gücünün yarısını vermiş. Eğer ki böyle yüksek bir gücü bir insana verdiyse, ortada ters giden bir şeyler var demektir.
- Evet, Dorenrius’da öyle bir şey demişti.
Gözleriyle sahneyi taradı. Mio’nun elinde uzun sopalı, pespembe bir tırpan vardı.
- Mio?! Bu ne yahu?
- Rüzgâr tanrısı bana tırpanını hediye etmiş lan! , dedi büyük bir neşeyle. Daha sonra Takeru’ya bir kedi gibi sürtünmeye başladı.
- Bu arada, sen ne aldın Takeru?
- Ateş tanrısının ellerini
- Ne? Bakmam lazım!
Takeru ellerini Mio’ya uzattı. Mio’da Takeru’nun ellerini tutarak,
- Vaaaaay! Çok hoooş! Ellerin yumuşacık lan.
- Tamam gidelim. Yeter, dedi Takeru kızarıp ellerini çektikten sonra.
Bütün kasaba sahneden dağılırken Takeru’nun annesi, Takeru’nun kolundan tuttu.
- Anne? Tamam geliyorum sakin.
- Baban seramoniden sonra sana bir şey vermemi istemişti.
- Babam mı?
Aceleyle eve girdiler. Annesi hemen köşedeki kilitli maun sandığı açtı (GÖRDÜNÜZ MÜ İNCEYİ:DSAD:ASD:ADA:AS) ve içinden bir zarf çıkatıp Takeru’ya uzattı. Takeru, tedirgin bir biçimde zarfı alıp açtı. Mektubu okumaya koyuldu:
“Takeru’ya
Nasılsın? Farkındayım, uzun zamandır yokum. Eğer ki bu mektubu okuyorsan ki eğer anla ki hâlâ yokum. Ben aslında yoğum.
Sen doğduktan sonra Zha Kristali’nin mükemmelliği beni de cezbetti. Zha Kristali’nin peşindeyim ve sana bir vasiyetim var. Gerçi bu vasiyete uyar mısın, uymaz mısın bilmiyorum. Beni baban olarak gördüğüne bile emin değilim.
Neyse, vasiyetim şu; Zha Kristali’ni bul. İster onu bana getir, istersen kendin için kullan. Keyfin bilir. Ama tek isteğim, kristalin Akanai ailesinde olmasıdır. Annene bir kutu verdim. İçin de üç tane zümrüt var. Onları iyi sakla, zamanı geldiğinde nedenini anlayacaksın.
Güç seninle olsun Takeru! Kendine iyi bak!
Aki Akanai”
Annesi küçük, siyah bir kutuyu Takeru’ya uzattı. Takeru öfkelenmişti,
- Babam bir şey açıklamaz, bana vasiyet verir. Tanrım bir şey açıklamaz, çeker gider. BU NE LAN! , elindeki kağıt birden alev aldı. Kağıdın alev aldığını görünce istemsiz gülümseyen Takeru kutuyu açtı ve içindekilere baktı. Kutunun içinde bir kırmızı, bir sarı, bir de açık mavi zümrüt vardı. Onları alıp cebine soktu.
- Ben yatıyorum, iyi geceler, dedi Takeru ve yatağına yattı. Odaya giren ayışığının tozlarla olan dansını izledi ve uyudu.
Gece yarısı ayağa kalktı.
- Pekâlâ! Başlıyoruz! dedi sessiz bir coşku ile. Sessiz ama hızlı bir hareketle turuncu renkli çantasını sırtına geçirdi. Aşağı kata inip oraya iyice baktı. “Kendinize iyi bakın” dedi içinden. Kapının kolunu çevirip kapıyı açarken içini bir soğukluk kapladı. Dışarı adımını attığı anda birisi kapının arkasından çıkıp bağırdı;
- TA – KE – RU! bağıran Mio’ydu. Takeru, şaşkınlıkla Mio’ya baktı.
- Ne işin var senin burada?!
- Eee şeyy… Senin vasiyete dayanamayacağını biliyordum. Seni tanıyorum Takeru. Tek başına Demonai’yi dolanamazsın.
- Sen nereden biliyorsun lan?!
- Annen daha önceden her şeyi anlattı bana.
- Vay kaltak! Demek ki her şeyi benden sakladı.
- Baban istemiş Takeru. Anneni suçlama.
- Onun da ağzına sıçayım, bu sözü derken yürümeye başladılar.
- Neden ailene böyle küfrediyorsun?
- Çünkü çok sinirliyim!
- Sinirli olman ailene küfretmeni gerektirmez!
- Sana ne lan istediğimi derim!
- Diyemezsin efendim! İzin vermiyorum!
Tartışarak kendilerini Blizzhax’ın derinliklerine bıraktılar. Ay sevinçliydi, yıldızlar sevinçliydi. Çünkü sayısız destanlarla dolu bu topraklar yeni bir destana şahit olacaktı.